Karşılıklı İşlenen İnsanlık Suçları, Ahmet İnsel tarafından – 23 Ekim 2023

Özet: Ahmet İnsel’in “Karşılıklı İşlenen İnsanlık Suçları” başlıklı makalesi, Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e yönelik saldırısını ve ardından gelen çatışmaları ele alıyor. Makale, Hamas’ın saldırısının ve İsrail’in karşılık olarak gerçekleştirdiği eylemlerin uluslararası hukuk çerçevesinde savaş suçu ve insanlığa karşı suç olarak değerlendirilebileceğini savunuyor. Aynı zamanda terör eylemi kavramının yetersiz kaldığını, bunun yerine saldırı suçu, savaş suçu ve soykırım gibi daha net tanımlamaların kullanılması gerektiğini belirtiyor. Ayrıca, her iki tarafın da çatışmaları çözmek yerine insanlık dışı eylemlerle karşılık verdiğini ve bu durumun barış sürecini daha da zorlaştırdığını vurguluyor.

Hamas’ın silahlı güçleri ve esas olarak İzzettin El Kassam Tugayları bu defa ilk kez karadan İsrail topraklarına girebildiler, bazı askeri mevkileri kısa süreliğine de olsa işgal ettiler ve 300’ü asker olmak üzere 1400 civarında insanı öldürdüler. Öldürülen sivillerin arasında bebekler, kadınlar, yaşlılar ve göçmen işçiler de var. Hamas ayrıca aralarında bebek, çocuk ve yaşlıların olduğu, 200 civarında sivili rehin aldı. İsrail kaynakları bu saldırıyı gerçekleştiren 1500 civarında Hamas militanının öldürüldüğünü belirtiyor.

Bu fiili savaş ortamında, Hamas’ın silahlı militanlarının önceden planlanmış biçimde, evlere girip kasten sivilleri öldürmeleri tartışmaya mahal bırakmayan savaş suçlarıdır. Bu suçları işleyen kişilerin ölmüş olması, onlara emir veren ve yönlendiren sorumluların da suç ortağı olduğu olgusunu ortadan kaldırmıyor.

7 Ekim’den sonraki günlerde, Hamas’ın örgütlediği ve yönettiği bu eylemlerin terörist eylemler olduğu iddiası, zaten birçok Batı ülkesinin Hamas’ı terör örgütü olarak kabul ettiği hatırlatması eşliğinde, sadece İsrail tarafından değil, birçok Batı hükümeti tarafından süratle öne sürüldü. Ardından İsrail ordusunun Gazze’de sivil hedefleri bombalaması, binlerle ifade edilen ve sürekli artan sayıda insanı öldürmesi, bir milyona yakın insanı Gazze’nin güneyine göçe zorlaması, iki milyondan fazla insanın yaşam hakkını tedit eden ağır bir abluka başlatması, bu kez Filistin örgütleri ve Filistin davasını destekleyenler tarafından bir devlet terörü olarak teşhir edildi.

Terör eylemi, terörist örgüt ve devlet terörü suçlamalarının karşılıklı olarak havada uçuştuğu bu büyük insani dramda, terör gibi epey muğlak bir kavrama takılmayıp, yürürlükteki uluslararası hukuka göre açıkça suç olarak tanımlanan eylemler repertuarına başvurmak gerekiyor. Bu repertuardaki kavramlar terör, terörizm, terör örgütü değil, saldırı suçu, savaş suçu, insanlığa karşı suç ve soykırımdır. 7 Ekim’den itibaren, bir yanda Hamas ve diğer bazı Filistin örgütleri, diğer yanda İsrail Savunma Güçleri tarafından karşılıklı olarak gerçekleştirilen ve sivilleri hedef alan saldırılar, bombalamalar ve katliamlar tartışmaya mahal vermeyecek açıklıkta savaş suçlarıdır. Kibbutzlarda yüzlerce sivilin öldürülmesi ve rehin alınması, Gazze’de binlerce sivilin bombardıman altında ölmesi, okul, hastane, ibadethane gibi mekânların bombalanması, bir milyona yakın insanın zorunlu göçe maruz bırakılması ve bütün bu suçların tasarlanmış biçimde ve kitlesel ölçekte işlenmesi, birçoğunun insanlığa karşı suç olarak değerlendirilmesini mümkün kılıyor.

Buna karşılık, bazı ülkelerin ulusal ceza hukukunda yer alan terörizm ve terör suçlarının (Türkiye’de Terörle Mücadele Kanunu), uluslararası hukukta yeri olmadığını hatırlatmakta yarar var. Terör, siyasal amaçlarla yaygın biçimde kullanılan, tanımı ve kapsama alanı son derece değişken bir kavram. Örneğin günümüzde içinde Türkiye’nin de yer aldığı İran, Rusya veya Çin gibi otokratik rejimlerde, yürürlükteki rejime veya iktidara karşı çıkanlar terörist olarak damgalanıp, son derece ağır cezalara çarptırılabiliyor. Herhangi bir şiddet eylemine girişmediği, katılmadığı veya desteklemediği halde “terör”den yargılanıp ağır hapis cezalarına çarptırılmış insan sayısı açısından örneğin Türkiye dünyada en ön sıralarda yer alıyor. Bugün sadece otoriter rejimlerde değil, hukuk devletinin yürürlükte olduğu demokratik ülkelerde de “terörizme karşı mücadele” temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, hatta muhaliflerin hedef gösterilmesinin başlıca gerekçelerinden biri olarak kullanılıyor. Bu nedenle, her ne kadar Hamas’ın 7 Ekim saldırısı İsrail toplumunda bir dehşet ortamı yaratmayı amaçlaması bakımından bir terör eyleminin özelliklerini taşısa da, bu katliamlar –sivillerin kasten öldürülmesi– esasen süregiden bir savaşın parçası oldukları için savaş suçlarıdır. Böyle bir niteleme bu suçların uluslararası hukuk açısından ele alınabilmesi için bir gerekliliktir. Bunların ayrıca sivil bir topluluğa karşı gerçekleştirilmiş genel ve sistematik bir saldırı olduğu ispat edilirse, insanlığa karşı suç olarak da pekâlâ nitelendirilebilirler.

1948’de Filistinlilerin bir kısmının yaşadıkları topraklardan kovulmasıyla başlayan ve İsrail’in 1973’ten beri yürüttüğü ilhak amaçlı işgal politikasının uzantısında yer alan bu çatışmada, artık çatışan tarafların birbirlerini insanlık dışı yaratıklar olarak gördükleri bir aşamaya gelindi. Bunun sonucu, iki devletli veya aynı devlet içinde iki bölgeli bir federasyon biçimindeki çözümün gerçekleşme imkânının düne nazaran bugün çok daha zor olmasıdır. Ayrıca İsrail’de yaşayan iki milyon Filistinli ve Batı Şeria’da işgal edilmiş topraklarda yaşayan yedi yüz bin İsraillinin varlığı da yeni büyük göç ve tehcir dalgaları olmadan her iki çözümün de gerçekleşmesini zorlaştırıyor. Zaten İsrail’in haritadan silinmesini ilke olarak benimsemiş Hamas gibi radikal İslâmcı-milliyetçi örgütlerle, Akdeniz’den Ürdün’e Tevrat’taki Büyük İsrail’in topraklarına sahip olmayı İsrail’in temel varlık nedeni olarak tanımlayan radikal milliyetçi-dinci hareketlerin belki hemfikir oldukları yegâne konu bu iki çözüm biçiminin de karşılıklı reddedilmesidir. Bu iki kimlikçi köktenciliğin siyasal alanda kurdukları hakimiyetin doğal sonucu olarak, kin ve intikam duygularının, korku ve saplantılı tutkuların iki tarafta da toplumsal tahayyülü büyük ölçüde esir aldığı ortamda barışı tasarlamak çok daha zordur ama her şeye rağmen elzemdir.

20. yüzyılın en uzun süreli toprak işgalini gerçekleştiren ve 21. yüzyılda da bunu sürdüren İsrail devletinin sistematik olarak yürüttüğü Filistin topraklarına el koyma ve bölgeyi Filistinsizleştirme politikasının yanında, işgal edilen topraklarda yürürlükte olan ve birçok İsrailli gazeteci, akademisyen ve siyasetçinin “apartheid” olarak tanımladığı rejimin yaşanan büyük insanlık trajedisindeki rolü sorumluluklar skalasında birinci sırada yer alıyor. Bunun yanında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yönetici kadrosunun yolsuzluk, kayırmacılık ve otoriterliğinin Filistin sorununun çözülmemesinde büyük sorumluluğu var. Hamas’ın da, FKÖ’den farklı olarak, İsrail devletinin ortadan kaldırılmasını esas amaç olarak benimsemesinin, dolayısıyla İsrail’le herhangi bir barış görüşmesi yapmayı ilkesel olarak reddetmesinin ve bu yönde atılan adımları baltalamasının, İsrail topraklarında yaşayan herkesi işgalci olarak değerlendirip, onları hedef almayı meşru kabul etmesinin sorunun bugün geldiği trajik aşamada bir o kadar büyük payı var. Hamas’ın 1988’de kabul edilen ilkeler belgesinde Müslüman Kardeşler’in kurucu lideri Hasan el-Banna’ya atfedilen şu cümle yer alıyor: “İsrail vardır ve İslam kendinden öncekileri ilga ettiği gibi onu da ilga edene kadar var olmaya devam edecektir.” Buna rağmen, FKÖ’yü bölmek için İsrail’de Netanyahu yönetimi Hamas’ı yakın zamana kadar ehven-i şer olarak görüyordu. Ve bütün bunlara, hem İsrail solunun hem Arap ve Filistin sollarının yaşadıkları hezimetlerin ve marjinalleşmelerinin, iki tarafın radikal köktendinci ve ırkçı kesimlerinin önüne geniş bir siyasal-toplumsal fırsatlar alanı açması ilave oluyor.

Günümüzde giderek güçlenen ve genişleyen bir şiddet, nefret ve korku sarmalı dünyayı sarıyor. Bu menfur gelişmeye tahayyül dünyamızı teslim etmemek, parça bölük ilerlemekle birlikte günbegün genelleşen bu fasit savaş dairesini durdurmanın yollarını bulmak için karşılıklı terör suçlamalarına değil, barışın somut koşullarını en zor şartlarda bile ısrarla dile getirmeye çalışanların sesleri ve eylemlerinin her yerde yükselmesine, yükseltilmesi için mücadele edilmesine ihtiyacımız var. Eğer ortak insanlığa olan inancımızı yitirmediysek…

Karşılıklı İşlenen İnsalık Suçları

Sayfa görüntüleme sayısı 0